Toplum denildiğinde, insanların aklına çoğunlukla durağan bir olgu gelir. Sanki bir kez kurulmuş ve o hâliyle kalmaya mahkûmmuş gibi düşünülür. Oysa toplum, böyle sabit bir yapı değildir. Toplum, kendisini oluşturan bireylerin gündelik eylemleriyle dokunan, her an yeniden kurulan ve kimi zaman da çatlayan bir örgüdür. Bu yönüyle toplumsal hayat, sürekliliği kadar kopuşları da içinde barındıran paradoksal bir düzlemde varlık gösterir.
Bir toplumun mevcudiyetinden söz edebilmek için yalnızca insanların bir araya gelmiş olması kâfi değildir. Söz konusu birlikteliğin ortak bir eylemsellik doğurması da gerekmektedir. Çünkü toplumsal olan karşılaşmalardan, çatışmalardan ve uzlaşmalardan doğar. Bu yüzden toplumu oluşturan şey sadece yasalar, kurumlar ya da gelenekler değildir. Tüm bunların da ötesinde gündelik yaşam pratikleridir. Yani eylemler bütünüdür. Ancak her eylem yapıcı olmayabilir. Yıkıcı olanlar da toplumsal inşa sürecinde birer tuğla işlevi görebilir. Bu nedenle toplumları ayakta tutan şey, körü körüne mevcudu muhafaza etmek değil, gerektiğinde yeni olanı da kucaklayabilmektir. Yani toplum, hem düzenin hem de değişimin iç içe geçtiği bir zemin üzerinde varlığını sürdürebilir.
Topluma dair ve ait olan her ne varsa hareket hâlinde olmaya mecburdur. Bu nedenle de eylemsiz bir birlikteliğe toplum demek pek mümkün değildir. Çünkü toplumlar devinimden, değişimden ve dönüşümden yoksun olamaz.
Tüm bunlardan da kolaylıkla anlaşılabileceği üzere, toplumsallık nihai bir son değil, bir süreçtir. Bu süreç, her çatışma ve uzlaşmada yeniden şekillenir. Aksi takdirde, toplumların ve toplumsal yapıların varlıklarını devam ettirmeleri mümkün değildir.