Her yıl aynı sabah…
Güneş biraz geç doğar, kuşlar sessizleşir, şehir nefesini tutar.
Zamanın eli 09.05’te bir anlığına durur;
ve o anda, milyonlarca kalp aynı ismi aynı hüzünle anar.
Ama ben bilirim — bu sessizlik bir veda değil, bir diriliştir.
Bugün yine 10 Kasım…
Yine aynı sessizlik, aynı sızı, aynı özlem.
Saat 09.05’e yaklaşırken, siren sesleri değil, kalbimin çarpıntısı yankılanıyor içimde.
Bir milletin nabzı, her yıl aynı anda duruyor, sonra yeniden atmaya başlıyor.
Çünkü o saat, sadece bir kaybın değil, bir dirilişin de zamanı.
Pencereden içeri esen bir rüzgâr perdeyi savurdu,
Ve sislerin arasından o tanıdık siluet belirdi.
Ne bir gölgeydi ne bir hayal;
Bir gerçeğin, bir inancın, bir yüce fikrin vücut bulmuş haliydi.
Üzerinde sade bir elbise, başında kalpağı…
Yüzünde vakur bir sükûnet, gözlerinde yüzyılları aşan bir kararlılık vardı.
Ve o gözler — o mavi gözler —
Sanki hâlâ Sakarya’nın ufkuna, Dumlupınar’ın dumanına, genç Cumhuriyet’in doğan sabahına bakıyordu.
“Paşam…” dedim,
Kelimeler boğazıma düğümlenerek.
“Yıllar geçti, ama siz hâlâ buradasınız.
Milletin yüreğinde, her çocuğun gözünde, her öğretmenin kaleminde…
Ama ne yazık ki bazıları sizi anlamaktan çok, unutmayı tercih ediyor.”
Atatürk sustu bir süre.
O sessizlik bile bir öğüt gibiydi.
Sonra o tok, ama yumuşak sesiyle konuştu:
“Evlât… Ben bu millete bir yol gösterdim.
Karanlığı değil, ışığı seçsin diye.
Düşünmeyi öğrettim, sorgulamayı, inanmayı…
Ama bil ki, fikirler de insanlar gibi zamanla imtihan olur.”
“Paşam,” dedim, “bu ülke sizin emanetinizdi.
O emanetin kutsallığını unutanlar oldu.
Cumhuriyet’in ekmeğini yiyip ona düşmanlık edenler,
Sizin adınızı anarken bile yüzünü buruşturanlar çıktı.
Sizin kurduğunuz Meclis’te, vatanı bölmek isteyenler alkışlanıyor.
Sizin ilim ve irfan diye yükselttiğiniz değerler,
Bugün hurafelerin gölgesinde kalıyor.
Ama bilin ki, milletin çoğu hâlâ sizin izinizde.
Sizi unutmayan, sizinle büyüyen milyonlar var.”
Atatürk’ün gözleri parladı.
Bir deniz gibi dalgalandı o mavi ışık.
“Üzülme,” dedi.
“Benim adımın geçtiği yerde hâlâ tartışma varsa, demek ki ben hâlâ varım.
Bir milletin içinden fikir doğurmak, onu ebedî kılar.
Karanlıktan korkma; zira ışık, karanlığın varlığıyla kıymet bulur.”
Sustu, sonra yeniden konuştu:
“Benim vatan sevgim, sınır çizgilerinde değil, insan kalbindedir.
Çünkü vatan, önce vicdanda başlar.
O vicdan sönmedikçe, bu ülke yıkılmaz.”
Gözlerim doldu.
Bir asker disipliniyle bile tutamadım duygularımı.
“Paşam,” dedim,
“Artık silah değil, kelime tutuyorum elimde.
Ama her kelimem bir yemin, her cümlem bir mücadele.
Cumhuriyet’i savunmak artık mermisiz bir savaş;
Ama inanın, o da en az diğeri kadar çetin.”
Atatürk gülümsedi — o meşhur, insanın yüreğini sarsan tebessümüyle.
“Elbette,” dedi, “savaşın şekli değişir, ama ruhu aynı kalır.
Ben, fikri hür, vicdanı hür nesiller istedim.
Sen yaz, anlat, hatırlat…
Tarih, unutanları değil, hatırlatanları yaşatır.”
O an rüzgâr bir kez daha esti.
Masamın üzerindeki kâğıtlar kıpırdadı.
Gözlerimi açtım, yalnızdım yine.
Ama sanki o mavi gözlerin bakışı hâlâ odamdaydı.
Kalemimi elime aldım…
Ve tarihçi yanımla değil, asker yüreğimle yazdım:
Biz, bu ülkeyi sadece toprağıyla değil, aklıyla, bilimiyle, vicdanıyla savunacağız.
Atatürk’ün mirası, her neslin yüreğinde yeniden doğacak.
Kelimelerimiz, fikirlerimiz, inancımız — hepsi birer nöbetçi olacak.
Cumhuriyet bir anı değil, bir sorumluluktur; her doğruyu söyleyenin, her özgürce düşünenin, her adımını vicdanla atan insanın omuzunda yükselecek.
Işığı söndürmek isteyenler olabilir, karanlık çoğalabilir;
ama biz, her 10 Kasım’da olduğu gibi, her nefeste, her yürekte,
O’nun mavi gözlerinde gördüğümüz o sonsuz ufku koruyacağız.
Rahat uyu Paşam…
Vatan hâlâ kalbimizde,
Cumhuriyet hâlâ nöbetimizde,
Ve biz, o ışığı sonsuza dek taşıyacağız.