Aslan Şehri-Çin
Shi Cheng olarak bilinen Aslan şehri, Wu Shi dağı (Beş Aslan dağı) eteklerinin altında uzanan Qiandao gölünün (Bin Adalar gölü) 25-40 metre derinliklerindeki batık bir şehir. Doğu Han Hanedanlığı (MS. 25-200) döneminde inşa edilmiş olan şehir, Zhejiang eyaletinin politik ve ekonomik merkezi konumundaydı.
Şehir, Çin’in 1959’da hidroelektrik santrali kurmak için yapay olarak inşa ettiği göl sularının altında kaldı. Şehrin tapınakları, anıtsal kemerleri, asfalt yolları, binaları, merdivenleri ve hatta ahşap kirişleri dahil 55 yıldan daha uzun süredir adeta bir zaman kapsülündeymişçesine suyun altında rüzgar, yağmur ve Güneş’in etkilerinden korunmuş olduğu görülüyor ve günümüzde su altı turizmi açısından sunabileceği tüm tarihi hazineleriyle dalmayı sevenleri bekliyor.
Kleopatra’nın Sarayı-Mısır
Antik Mısır’ın başkentlerinden biri olan İskenderiye’nin derin Akdeniz sularında yatan 20 bin civarında arkeolojik eser, binlerce yıllık bir hazine deposu olarak görülüyor. Onlardan biri de Antik Mısır’ın son kraliçesi olan Kleopatra olabilir.
Efsaneye göre, M.Ö. 30’da Actium Savaşı’nı kaybeden Kleopatra ve sevgilisi Marcus Antonius, Romalılar Mısır’a girdiğinde, düşmanları tarafından yakalanmamak için intihar etti. Romalılar her yeri talan ettiler fakat mezarları hiçbir zaman bulunamadı.
Arkeologlar, mezarları olabilecek İskenderiye’deki muhtemel üç bölgeyi izole ettiler. 1600 yıl önce yaşanan bir depremle yok olduğu sanılan alanlardan biri olan su altındaki bu alan, Kleopatra’nın yaşadığı düşünülen bir saray ve tapınak kompleksini içeriyor. 1992’den beri çalışmalarını sürdüren Frank Goddio liderliğindeki ekibin su yüzüne çıkardığı eserlerin bir kısmı, ABD’de “Kleopatra: Mısır’ın Son Kraliçesini Arayış” adlı sergide gösterildi.
Mahabalipuram-Hindistan
M.S. 3. ve 9. yy. arasında güney Hindistan’ın bir bölümünü yöneten Pallava Hanedanlığı’nın parçası olan bu şehir, M.S. 8. yy’da inşa edilmiş “Mahabalipuram’ın Yedi Pagodası” olarak bilinen bir tapınak kompleksine ev sahipliği yapıyordu. Bu yedi tapınaktan sadece biri, beş katlı Shore Tapınağı bugün görünür durumda. Diğer altı tapınağın denize batmış olduğu düşünülüyor. Mahabalipuram ismi, Mahabali adıyla da bilinen yardımsever Kral Bali’yi “onurlandırmak” anlamına geliyor. Bu kralın Vişnu’nun beşinci avatarı olarak kendisini Vamana’ya kurban ettiği ve ardından aydınlanmaya başladığı söyleniyor. Yerel bir efsaneye göre; Mahabalipuram’ın güzelliği, yağmur ve fırtına tanrısı İndra’nın kıskançlığını uyandırdı. Bu yüzden tapınaklardan altısı dahil tüm şehir, büyük bir fırtına sırasında denize batmış. Bu güzel şehrin bir zamanlar var olduğuna dair kanıt olarak da sadece kıyı tapınağı suyun üstünde kalmış. Bazıları bu hikayenin bir efsane olduğuna inansa da, diğerleri suların altında altı tapınak olduğundan emin.
Mayıs 2004’te yayınlanan bir makale, su altında insan yapımı bazı yapılara rastlandığını bildiriyordu. Ayrıca, yapıların “muhtemelen” farklı amaçlar için inşa edilmiş olduğu belirtiliyordu. Efsanenin gerçekliğini destekleyen daha fazla kanıt, aynı yılın Aralık ayının 26’sında meydana gelen yıkıcı tsunami sonrasında ortaya çıktı. Tsunami sırasında, “suların tekrar geri gelmesinden kısa süre önce, sudan uzun, düz, sıradışı, büyük bir kayanın ortaya çıktığı” bildirildi. Sular geri döndüğünde, bu nesneler tekrar sular altında kalmış olsa da tsunaminin kuvveti, kum tabakasıyla kaplı yüzlerce yıllık bazı nesneleri açığa çıkarmıştı.
Bu nesneler, bugün Mahabalipuram sahilinde bulunan büyük bir taş aslanın yanısıra, bir filin yarısı tamamlanmış kaya kabartmasını da içeriyor. Bu yeni kanıtlar üzerine, su altındaki yapıların küçük bir liman kentine ait olabileceği düşünülüyor. Bununla birlikte araştırmacılar, bu yapıların efsanevi batık tapınaklara ait olduğu sonucuna henüz varmış değil.
Baia(e)-İtalya
Yüzyıllar boyunca önemli bir tatil beldesi olan Baia, Roma seçkinlerinin eğlence kaprislerine ev sahipliği yapıyordu. Volkanik yanardağ ağızlarının üzerinde bulunan kentin her yerinde görülen şifalı kaplıcalarıyla ünlüydü. Antik çağın Nero, Cicero ve Sezar gibi en güçlü figürlerinden bazılarının kenti ziyaret ettiği biliniyor ve birçoğu orada tatil villaları inşa ettirmiş.
Fakat bu ihtişamlı, lüks içinde geçen zamanlar fazla sürmemiş; 8. yy’da Müslümanlar şehri talan etmiş. 1500’e kadar bir daha yerleşim görmeyen kentin kalıntıları, volkanik ağızlardan gelen suların altında kalmaya başladı ve en sonunda şehir körfezin derinliklerine gömüldü.
Bugün Baia’nın kalıntıları, dünyanın sayılı birkaç sualtı parkından biri olarak ziyaret edilebiliyor. Ziyaretçiler, altı cam teknelerden ya da tüplü dalışlar yaparak inanılmaz derecede iyi korunmuş bu şehri su altında yakından görme fırsatı elde ediyorlar.
Rungholt-Danimarka
Denizin üzerine rüzgar santrali kurmak amacıyla yapılan çalışmalar sırasında tesadüf eseri ortaya çıkan bazı kalıntıların, Hollandalı arkeologların “Kuzey’in Atlantis’i” olarak adlandırdıkları bir zamanlar çok zengin bir ada şehri olan Rungholt’a ait olduğu tespit edilmiş. 16 Ocak 1362’de Grote Mandrenke adı verilen İngiltere Almanya ve Hollanda kıyılarını silip süpüren devasa bir Atlantik fırtınası yaşanmış. 25 bin kişinin ölümüyle sonuçlandığı tahmin edilen fırtınada Rungholt, haritadan silinmiş.
1600’lü yılların başında başka bir fırtınanın yaratmış olduğu büyük dalga nedeniyle Rungholt şehrinin bulunduğu Kuzey Denizi’ndeki Strand adası tümüyle yok olmuş. Geriye sadece bu adanın parçaları olan birkaç küçük adacık kaldığından Rungholt’u bulmak oldukça zor. Sonraki dönemlerde dalgıçlar, deniz tabanında Rungholt’a ait pek çok kalıntı bulsa da kentin kendisi henüz bulunamadı.
Thonis Heracleion-Mısır
Bu şehrin hikayesi, aynı Troya’nın bulunuşu gibi efsanelerden gerçekliğe uzanıyor. Antik metinlerde ve arkeologlar tarafından bulunan birkaç yazıtta Thonis (Mısır adı) ya da Heracleion (Yunan adı) olarak geçen isimlerin aynı şehre ait olduğu dahi uzun bir süre onaylanamamıştı. MÖ. 5. yy’da yaşamış Yunanlı tarihçi Heredot, ünlü kahraman Herkül’ün (Herakles) Mısır’a ilk ayak bastığı yerde, onun adına bir tapınak inşa edildiğini anlatıyordu. Ayrıca Spartalı Helen’in, sevgilisi Paris ile birlikte Troy Savaşı öncesi Herakleion’u ziyaret ettiklerini söylüyordu. Heredot’un Mısır’ı ziyaretinden dört asır sonra, coğrafyacı Strabo, Herakles tapınağına sahip şehrin, Nil nehrinin Kanopik kolunun ağzındaki Conopus şehrinin doğusunda yer aldığına dair gözlemini belirtiyordu.
Binlerce yıldır insanlığın hafızasından neredeyse silinen şehre dair hiçbir iz yoktu; ta ki 2000 yılında Franck Goddio tarafından yönetilen Avrupa Sualtı Araştırmaları Enstitüsü (IEASM) tarafından keşfedilene kadar…
M.Ö. 331’de İskenderiye’nin kurulmasından önce Heracleion, Akdeniz’in kuzeyinden gelen tüm gemilerin zorunlu giriş yaptığı bir liman olmasından ötürü görkemli bir şehirdi. Mısır Hanedanı’nın sürekliliği ile ilişkili ayinlerde önemli bir rol oynayan Amon tapınağının varlığı nedeniyle de aynı zamanda dini bir öneme sahipti. Kent, muhtemelen M.Ö. 8. yy’da kurulmuş, deprem gibi çeşitli doğal afetler nedeniyle M.S. 8. yy’da tamamen Akdeniz’in derinliklerine gömülmüş. Günümüz kıyı şeridine 6.5 km uzaklıktaki şehir, Aboukir Körfezi’nin batısındaki 11-15 kilometrelik bir araştırma alanını kapsıyor. Franck Goddio, bir zamanlar tüm ticareti kontrol eden bu Mısır liman şehri ve sakinlerinin günlük yaşantısı ile ilgili önemli bilgilere ulaştı. Devasa heykeller, yazıtlar ve mimari ögeler, kuyumculuk ve paralar, ayin nesneleri ve seramikler gibi kazılardan çıkarılan nesneler, kentin güzellik ve ihtişamını, büyük tapınaklarının görkemini ve tarihsel kanıtların bolluğunu ortaya koyuyor.
Helike-Yunanistan
Helike, Peloponnesos (Mora) yarımadasının kuzeybatı kesiminde kalan Achaea’da bulunuyordu. En parlak günlerini yaşadığı zamanlarda Helike, çevredeki diğer 12 kentten oluşan Aka Konfederasyonu’nun da lider şehriydi. Bu konumu nedeniyle, Helike önemli bir ekonomik, kültürel ve dini merkezdi. Şehrin gücü, sömürge kurduğu Güney İtalya’daki Sybaris, ve Anadolu’daki Priene gibi şehirlerde görülebilir. Helike’in koruyucu tanrısı Poseidon, deniz ve deprem tanrısıydı. Poseidon’a verilen önem, Helikonian Poseidon tapınağı ve kutsal alanından, Poseidon’un bronz bir heykelinden ve ön yüzünde tanrının başı, ters yüzünde simgesi olan üç çatallı mızrağının bulunmasından anlaşılabiliyor. Korint Körfezinde gerçekleşen bir deprem sonrası oluşan tsunamiyle M.Ö. 373 yılının kış mevsiminde bir gece vakti, Helike şehri yeryüzünden silindi.
Felaketten birkaç gün önce “büyük alev sütunları”nın ortaya çıkmasıyla hayvanların sahilden dağlara doğru toplu göçleri dahil, kentin kaderini belirleyen bazı işaretler kayıt altına alınmıştı. Hikayelere göre; Tanrı Poseidon, Asya’daki İyonlu sömürgecilere kendi heykelini ya da onun bir modelini vermeyi reddeden ve hatta İyon temsilcileri öldüren Helike halkını bu şekilde cezalandırmıştı. Korint körfezinin bir yerlerinde batık bir şehir olduğu düşünülen Helike’nin 1988’de deniz kıyısında değil de geçen bin yılda izleri silinmiş bir lagünde kurulmuş olabileceği fikri, şehrin kalıntılarının karada aranması düşüncesine yol açtı. 2001’de Erken Bronz çağına ait bir Roma yerleşimi bulundu bunun aynı zamanda Helike şehri alanı olduğunun doğrulanması ancak 2012’de gerçekleşti.
Port Royal-Jamaika
Port Royal, Jamaika’da yaygın olarak “yeryüzündeki en ahlaksız şehir” olarak anılıyor; korsanların, deniz fetihlerinin, yağmalamanın, eril dünyanın eğlencesi sayılan alkol, kumar ve kadın üçlüsünün, zenginliklerin ve yıkımın resmini çizen bir şehir. 17. yy’da hızla büyüyerek Yeni Dünya’nın en önemli ticaret merkezi haline gelmiş, ilginç ve çalkantılı bir tarihe sahip olmuş. Oldukça zengin bir kentken, 7 Haziran 1692’de tam olarak saat 11:43’te gerçekleşen bir depremle Port Royal’in üçte ikisi denize batmış. Bunu bir dizi yangın ve kasırga izlemiş ve şehir eski ihtişamına bir daha geri dönememiş.
Sonrasında Port Royal, İngiliz donanması için bir ileri karakol görevi görmeye başladı. Bugün ise küçük bir balıkçı köyü. Doğal felaketler ya da imha eylemleriyle harap olan “katastrofik şehirler” kategorisine giren Port Royal’in evrensel önemi; arkeolojik alanların çoğundan belirgin olarak farklı olması gerçeğinden kaynaklanıyor. Yapılan arkeolojik kazılar genel olarak, binaların inşa edildiği, çöktüğü, yenilendiği, ekleme yapıldığı ve terk edildiği uzun bir tarihsel süreci ortaya çıkarıyor. Oysa tam da bunun aksine, sadece 37 yıllık varlığından sonra, hareketli Port Royal şehri, birkaç dakika içinde batmıştı ve deprem günü, her nasıldıysa o biçimde mükemmel şekilde korunmuştu.
Kekova-Türkiye
Aynı zamanda ismini tüm bölgeye veren bu ada, Türkiye’nin Akdeniz’deki en büyük adası. Kaynaklara çoğu kez “Kakava” olarak geçmiş. Ada, hiçbir zaman karşısındaki bu iki küçük liman gibi kent özellikleri taşımamış, daha çok iki kenti perde gibi Akdeniz’e karşı koruyan; denizcilerin sığınak yeri, gemi inşa ve onarım üssü olarak kullanılmış. Bu çevrede bugün “Batık Kent” olarak adlandırılan kuzeybatı kıyılarındaki kalıntılar, adanın M.Ö. 5. yy’da hüküm sürmüş Likyalılar’dan başlayarak Roma ve Bizans döneminde ticari ve askeri üs olarak kullanılmış olduğunu gösteriyor. Ada sayesinde bir iç deniz haline gelen Tersane koyu ise hem yüzülebilecek bir yer, hem de Bizans Dönemi’ne ait arkeolojik kalıntıların en yoğun olduğu alan.
Batık kentte ana karaya oyulmuş yerleşim kalıntıları ve su içindeki ev temelleri görülebiliyor. Sadece bu kısımdaki yapıların su altında kalmış olması, büyük bir ihtimalle M.S. 2. yy’da yaşanan kuvvetli depremler sonucunda adanın bu köşesinden anakaraya doğru yatmasıyla açıklanabiliyor. Kekova bölgesinde Likya yazısı ile yazılmış kitabeli mezarlar, su içinde Likya tipi lahitler, mendirek ve yapı kalıntıları, ortaçağ kalesinin içinde kayaya oyulmuş tiyatro, kaya mezarları, su sarnıçları, kuzeyde lahitlerden ve az sayıda kaya mezarlarından oluşan nekrapol sahası, Teimiussa’da (Üçağız) ise antik mezarlar ile yine su içinde kalmış rıhtımdan oluşan zengin bir tarih var.
Pavlopetri-Yunanistan
Bugün 5 metreden daha fazla bir derinlikte yatan sular altındaki bu kent, yaklaşık 5 bin yıllık ve dünyanın bilinen en eski antik kenti olduğu düşünülüyor. Kent, yollar, bahçeli iki katlı evler, tapınaklar, mezarlık, kanallar ve su boruları da dahil olmak üzere karmaşık bir su yönetim sistemi ile inanılmaz derecede iyi tasarlanmış. Binalarının çoğunun 12 odalı olduğu şehrin tasarımı günümüzdeki birçok şehrin tasarımını aşıyor. İlyada’nın yazıldığı dönemden itibaren varlığı bilinen ve 9 hektarlık bir alanı kapsadığı tespit edilen şehrin M.Ö. 2800’den daha önce yerleşim gördüğünü ortaya koyan araştırmalar mevcut.
Bilim insanları depremler sonucu M.Ö. 1000 yıllarında battığını tahmin ettikleri şehre ait en az 15 bina bulmuşlar. Nottingham Üniversitesi’nden John Henderson ve ekibi bunlara baktıklarında açıkça gördüklerini düşündükleri şehrin 3D rekonstrüksiyonunu gerçekleştirdiler. Her yere saçılmış, kil, heykeller, günlük araçlar ve diğer eserlerden yapılmış büyük saklama kaplarını inceleyen tarihçiler antik kentin, Minos Uygarlığı ve Miken medeniyetinde bir ticaret merkezi olduğunu düşünüyorlar.