Betül Gökçe AKGÖL'ün 14 Mayıs 2024 tarihli yazısı: Kahvenin Mistik Yolculuğu

Kahve Osmanlı topraklarına tam şu tarihte girdi diyemiyoruz ama nereden geldiğini biliyoruz. Etiyopya’nın Kaffa denilen şehrinde bulunan kahve ağaçları, Müslümanlığın ve Arabistan ile Afrika arasındaki ticaretin gelişmesiyle önce Arabistan’a gelmiş; ardından da Mekke’deki hacılar aracılığıyla Mısır, İran ve Osmanlı topraklarına doğru yayılmıştır. Çoğu belgede de kahvenin İstanbul’a giriş tarihi olarak 16. Yüzyıl ortaları gösterilir. Yani aslında düşünüldüğü gibi kahve ile olan ilişkimiz öyle bin yılı aşkın bir hikaye değil demek yanlış olmaz sanırım.

Elbette kahvenin de öncelikle ulemanın filtresinden geçmesi gerekti. İstanbul için yeni bir lezzet olan kahve, şehre gelir gelmez “haram mıdır helal midir” tartışmaları başladı. Her ne kadar payitaht öncesinde Mısır, Arabistan ve Suriye gibi Müslüman topraklarında içilse de o dönemde halifeliğin ve dolayısıyla fetvaların merkezi olan İstanbul’da bu konunun değerlendirilmesi gerekiyordu.

İstanbul'un Baharat Pazarı'nın arkasında bulunan Tahtakale bölgesinde 1550'lerde açılan ilk kahvehane hem coşkulu müşterilerin hem de bu tuhaf yeni maddeyi zararlı bir uyuşturucu olarak gören dindar insanların ilgisini çekti. “Haram mı helal mi” tartışmaları hiçbir zaman kesin bir sonuca ulaşmasa da; kahve, günah denilerek yasaklandı. İstanbul limanında kahve yükü taşıyan gemiler batırıldı. Ancak, tüm bu karşıtlığa rağmen, kahvenin o acı tadı gün geçtikçe daha çok İstanbullunun damağında vazgeçilemez bir önem kazanmaya başlıyordu…

Kahve çok uzun bir süre boyunca evlere girip gündelik hayat içerisinde içilen bir içecek olamadı. Çünkü öncelikle bu yeni lezzetin bilinmesi ve yaygınlaşması gerekiyordu. Bu rolü de kahvehaneler üstlendi. İlk kahvehane, kimilerine göre Tahtakale’de kimilerine göre Tophane’de kimilerine göre ise Kapalıçarşı’da açıldı... Günümüzde tüm dünyada önemli bir kamusal olan cafelerin ilk örneği İstanbul’da ortaya çıktı. Hatta 1500’lü yıllarda İstanbul’da 600’den fazla kahvehane vardı.

Kahvehaneler öncelikle İstanbul’da ve ardından da tüm Osmanlı toprakları üzerinde Müslümanların sosyalleşme mekanları haline geldi. İmparatorlukta kahvehaneler öncesinde bu işlevi daha çok meyhane ve tavernalar görüyordu ama buralar Müslümanlar için haram olan alkol satışı yaptıklarından daha çok gayrimüslimler tarafından tercih ediliyordu. Dolayısıyla kahvehaneler de meyhanelerin karşısında Müslüman olanların bir araya gelme yeri oldu. Dolayısıyla toplumun farklı kesimlerinin tanıştığı, siyaset konuştuğu, havadisleri öğrendiği, dedikodu yaptığı, tartıştığı, örgütlendiği yerler haline geldi kahvehaneler... Bu nedenlerden ötürü Osmanlı yönetimi pek çok defa kahvehanelerin kapatılması ya da kahvehanelerde siyasetin konuşulmasını yasaklandı ama bu yasaklar hiçbir zaman çok uzun süreli uygulanamadı.

Ancak yasaklar konusunda saray, tam tersi durumdaydı. Kahve kimi dönem yasaklansa da kahvehaneler kapatılsa da Osmanlı Sarayı, bu yeni lezzete karşı durmamış, kahve çok kısa süre içerisinde Haremi fethetmiş ve hatta ayrı bir önem ve mevki kazanmıştır. Sarayın içerisinde sadece kahveden sorumlu olan kahvecibaşı vardı ve bu harem içerisinde oldukça önemli bir mevkiiydi. Yine hem saray içerisinde hem de Osmanlı elitlerinin köşklerinde kahve sunumu neredeyse bir tören havasında gerçekleştiriliyordu. Kahve ikramı sadece padişaha değil, sarayı ziyaret eden vezirlere, yeniçeri ağasına, yabancı elçilere de gerçekleştiriliyordu. Sarayda kahve rütbeye göre altın, gümüş ya da çiniden fincanlarla ikram edilirken, halk kendi evinde ya da kahvehanelerde güğümlerde pişirip büyük seramik fincanlarda kahvelerini içerdi.

Etiyopya’dan Arabistan’a, oradan İstanbul’a gelen kahve, Osmanlı tarafından Avrupa’ya yayıldı. Osmanlı elçileri gittikleri Avrupa başkentlerinde yerel bir tat olarak kahveyi de götürür ve yabancı saraylarda ikram ederdi. Burada altı çizilmesi gereken nokta şu: Türk Kahvesi’nin kökeni neresi? Kahve, Anadolu topraklarında yetiştirilmeye çalışılmış ama başarılı olunamamıştır. Türk Kahvesi’nin ismi de çekirdeğinin burada yetişmesinden değil pişirilme tarzının bize haslığından dolayı gelmektedir.

Eskiden kahve kahvehanelere ya da evlere şimdi paketlerde gördüğümüz haliyle değil çekirdek olarak girerdi. Evlerde bulunan küçük el değirmenlerinde kavrulduktan sonra çekiliyor ve pişirilmeye hazır hale getirilirdi. 1870li yıllarda Tahtakale’de ufak bir dükkanda Kurukahveci Mehmed Efendi Mahdumları adı altında bir işletme açıldı. Burası kahveyi kendisi kavurup değirmenlerden geçirip paketleyerek satmaya başladı. Böylece ilk defa kahve çekirdek olarak değil hazır bir şekilde satılmaya başlandı. Tüm bu yeni keşiften Türk Kahvesi nasibini almış oldu ve günümüze kadar yükselmeye, çeşitlenmeye devam etti. Memnun muyuz? Bence evet. Kahvenin yolu damağımıza doğru her zaman açık olsun.

“Bu kahve öyle bir kahvedir ki her usulü bâ sefa,

İçenler ve sevenler çekmesin asla cefa”