Sedat SADİOĞLU'nun 9 Kasım 2025 tarihli yazısı: İŞLETMENİN BOYUTLARI [FONKSİYONLARI]-12/3 Yatırım ve Yatırımcılar Üzerine-3

Yatırımcının Olası (Stratejik) Paydaşları: Bir yatırımcının işletmesini kurduktan ve işletmeye aldıktan sonraki stratejik yönetim araçlarından en önemlisi olarak paydaşlar devreye girecektir. Paydaşlarla yaşanacak olası işbirliklerin veya etkileşimlerin, uzun ticari hayat boyunca bilinmesinde çok yönlü faydalar olacaktır. Şimdi bunları görelim;

Yatırımın Teknoloji İle Olan İlişkisi: Yatırımın teknoloji ile ve doğrudan olan ilişkisi, yatırımın kârlılığına, yatırımın sürekliliğine ve yatırımın küresel vizyonuna karşılık gelmektedir. Şimdi (kısaca) bu ifadeleri görelim;

Kârlılık: Teknolojik ve üstelik yüksek teknolojik yatırımlar, yüksek kar marjları açısından değerlendirildiğinde, geleneksel yatırımlara göre en az 10 katı katma değer yaratırlar. Zaten “ileri teknoloji” sınıflaması da böyle başlar. Bir başka sınıflama da, yüksek teknolojik ürünlerin hammadde kullanımı içindir ve 1/10 gibi bir malzeme (hammadde) harcama (tüketme) oranı kabul edilir. Teknolojik ürünlerin ise, doğrudan ihracata konu olan cazip ürünler olduğunu da unutmamak gerekir. Zamanında İsveç’in yüksek dağlarında üretilen ve tüm dünya pazarına ulaştırılan Ericsson cep telefonlarının hızlı yükselişini aklımızdan çıkartmayalım! Esasen alıp-satmaya konu olan faaliyetlerde de yüksek karlılık olmakla beraber, bu kar hiçbir zaman 3-5 katı geçemeyecektir. Çünkü rakipler ve alternatifler çoktur. Üstelik tüketim bilinci ise çok artmıştır. Buna bir de yasal ürün garantileri ve servis şartları da eklenmiştir.

Ayrıca, yüksek teknolojik birikim, patent ve know-how gibi avantajları sayesinde, yüksek değerlere de satılabilmektedir. Unutmamak gerekir ki, yüksek teknolojik ürünler üretilirken, çok az zararlı atık ve hurda ortaya çıkartmaktadırlar. Bu yüzden çevreci veya çevre dostu teknolojilerin sayısı ve cazibesi artmıştır. Buna en güzel örnekler, elektrikli arabalar ve hatta hidrojen yakıtlı arabalardır. Ancak (şuan) seri üretim için bazı risklerin en aza indirilmesine çalışılmaktadır. Kurşun plaka kullanmayan jel-aküler de bu gruptandır.

Süreklilik: Teknolojik ürün üretmek amacı ile yapılan yatırımların, kısa sürede verimliliklerinin yükselmesi, (küçük adımlarla da olsa) sürekli Ar-Ge gerektirmesi ve (yine küçük de olsa) ek-proje, ek-yatırım, fonksiyonel-ürün, yeni-ürün, ucuz-ürün gibi avantajlarla, her türlü pazara rahat girmesi mümkündür. Bu durumda, Aranan-ürün ve aranan-marka imajını da ön-plana çıkartılacağından, hem sürekli satış ve hem de işletmedeki dinamizmin sürekliliği sağlanmış olacaktır. Buna (yüksek ücretlerden dolayı) çalışanların motivasyonu ve memnuniyeti de katkı sağlayabilecektir.

Küresel Vizyon: Yaşanan gerekliliklerden ve yeniliklerden, Ar-Ge’den yada (dünya için üretmek gibi) seri üretim avantajlarından geride kalan yani bunları kullanamayan işletmelerin, teknolojinin ve hatta daha ileri giderek, çağın gerisinde kalması mümkündür. Bugün bazı Japon elektronik ve otomobil devlerinin düştüğü durum budur. Buna “küresel vizyonlarını yanlış belirlemeleri etkili olmuştur” diyebiliriz. Piyasa tabiri ile buna, “sektörün geleceğini okuyamamışlardır” da denebilir. Aslında Japonlar kendi tuzaklarına düşmüşlerdir. Onların 2.Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikalılara yaptıklarını, şimdi Güney Kore onlara yapmıştır. Güney Kore’nin, Japonya kadar 100 yıllara uzanan bir teknolojik alt-yapısı olamamasına rağmen, Japon montajıyla başlayan ve ancak 40-50 yıllar içerisinde sinsice milli-teknolojik alt-yapısını kuran ve gerektiğinde “tersine mühendislik” de uygulayarak, “dünya devleri” ne ulaşan şirketler çıkartmasına şaşmamak gerekir. Japonların (bu teknoloji ve pazar yarışında) geri kalmasındaki bir başka insani parametre ise (ki, buna gizli parametre de denebilir!) çok bilmenin ve kazanmanın getirdiği böbürlenmenin de neden olmuş olmasıdır. “Çok bilenin çok yanıldığı” gibi atasözlerimiz ne de anlamlıdır!

Yatırımda Yerli Ürün Ve Özgün Ürün Avantajları: Verimli bir yatırım için seçilen ürünlerin yerli mi üretileceği yani yerlileştirileceği mi, yoksa ülke şartlarına uygun ilk ve özgün ürünler mi olacağı çok önemlidir. Çünkü bu iki başlangıç hedefi, birbirinden farklı çalışmaları ve hatta vizyonları beraberinde getirebilecektir. Şimdi bunları kısaca görelim;

Yerli Ürün: Bu kavram ne yazık ki, ülke şartlarında yapılamayan ve belki de (teknolojik yönden) yapılması mümkün olmayan bir ürünü kapsayabilir. Esasen her ülke, yaşadığımız yüzyılda, kendi imkânları ile hemen hemen (önceden yapılmış olan) her şeyi yapabilecek yetkinliğe ulaşabilir. Buna en güzel örnek, Malezya’dır. Malezya bu hali ile kendine de yeten bir ülkedir. Ancak böyle olmakla beraber ve her türlü yetkinliğe rağmen “yerli üretim” çabası, verimli olmadığı gibi hem çok zaman alıcı ve hem de çok maliyetli olabilir. Üstelik bu arada, yerlileştirilecek ürünün teknolojisi demode duruma da düşebilir ve elde değerli hiçbir şey kalmayabilir. Bugün Almanların yenilik yada buluş adına, laboratuvarlara kapanıp, yıllar sonra da olsa bir şeyler bulma yöntemlerinin geçersiz olduğu ispatlanmıştır. Bu yüzden “küçük adımlarla ve ancak sürekli iyileştirme” denen Japon yöntemi yaygınlaşmıştır. Zaten (uzakdoğudaki) asıl başarı da burada yatmaktadır.

Ülkemiz teknolojiyi üreten değil, takip eden durumdadır ve bu yüzden de gelişmiş ülke kategorisinde değildir. Aradaki teknolojik farkın öyle 5-10 yılda kapatılması da mümkün gözükmemektedir. Çünkü bu fark en az 100 yıl kadardır. Bu gerçeklerin de farkında olarak, teknolojiyi doğrudan satın-alıp, üretime geçirip, aradaki farkı kapatmak yoluna gitmeliyiz. Birçok özel işletme ve hatta resmi kurumlar (ASELSAN, MKE, ROKETSAN, vb) antlaşmalar yapmışlardır ve halen de yapmaktadırlar. Yine son zamandaki yerli otomotiv üretimi ile ilgili gelişmeler de aynı mantık üzerinden sürdürülmektedir.

Yerli ürün için bir diğer yöntem ise, satışı yada montajı yapılan ürünün, kademeli olarak veya bir kısmının yerli yapılması şartı olan antlaşmalardır. Bu son yöntem daha çok tercih edilmektedir. Yine de, yıllarca montajı yapılan ürünlerin tamamının yerli olarak yani %100 yerli olarak üretilmesi anlaşmalarını lehimize çevirmenin yollarını bulamamaktayız! Ülke politikası olmasına rağmen, mevcut alt-yapıya ve resmi otorite desteğine rağmen, %100 yerli otomotivdeki yaşanan ve gelinen nokta budur.

Yerli ürün için son ve geçerli olmadığı gibi etik de olmayan bir başka yöntem de “tersine mühendislik” uygulamalarıdır. (Eskiden bu ifade, “sanayi casusluğu” olarak anılırdı!) Bu yöntem kısaca şu demektir; (ki, bunu en çok Çin’li büyük işletmeler, üstelik çekinmeden yapmaktadırlar) yerli üretilmesi istenen ürün, parçalara ayrılır ve bire-bir aynıları gizlice üretilir. Ufak görünüş yada fonksiyon değişiklikleri ile piyasaya sunulur ve hatta tüm dünya pazarına (bir çeşit) girişi sağlanır. Bunun yasal sakıncalarından başka, belki de en tehlikeli yanı, tüketicinin kullanımı sırasındaki olası kazalara maruz kalabilmesidir. Çünkü kısa sürede ve vahşi kapitalizm mantığı ile pazara giren böyle bir ürünün, teknolojik olmasına rağmen gerekli test (özellikle CE içeren), risk ve kalite analizleri/aşamaları tam yapılmamış olabilir. Bu son aşamaların bilmeden atlanması yada bilerek yapılmaması da ölümcül sonuçlara davetiye çıkartabilecektir. Hiçbir kullanıcı, böyle üretilmiş bir Uzakdoğu otomobilinin koltuğuna geçmek istemez!

İlk (ve Özgün) Ürünler: Bu kavram da zor aşamalarla doludur. Aslında buradaki zorluk, yenilik ve icat için çalışan yeterli ve özverili beyin-gücümüzün olmaması ile doğrudan ilgilidir. İstisnai ve az sayıda beyinler vardır ancak onlar da (daha çok) yurtdışında yaşamaktadır. Ülkemizdeki düşük ve orta teknolojik seviyedeki özgün/yerli ürünlerin üretilmesinde bir zorluk olmamakla beraber, yüksek teknolojik ürünlerin üretilmesindeki yenilik ve icat sayısının neredeyse parmak sayıları kadar olduğu söylenebilir. Üstelik, özgün, ülke şartlarına uygun, milli olarak tabir edilen bazı ürünlerimiz vardır ancak, bunlar küresel ticarete konu olacak kadar değillerdir ve bunların da çoğu savunma sanayi üzerine gelişmektedir. (Bu, mevcut ve uluslararası marka sayımızın azlığından da bellidir)

Halen, büyük ve teknolojik yatırımları, devlet ya doğrudan yada seçilmiş işletmelerle dolaylı yürütmektedir. TUSAŞ, TCDD, Şeker Fabrikaları, TÜLOMSAŞ, MKE, Eskişehir Lokomotif, Demir-Çelik Fabrikaları ve hatta ASELSAN bunların başında sayılabilir. Ne yazık ki, bu teknoloji yarışında üniversitelerin ağırlığı çok olması gerekirken, üniversitelerin neredeyse tamamı etkin değildir. Olan etkin örnekler de sınırlı ve ticari hacme uygun değildir. Bu yüzden mevcut ve değerli bilim-insanlarımızın ilişkileri, yukarda sayılan işletmelerle çok az sayıda ve proje bazında sürmektedir.

Son olarak, yapılan tüm özgün ürünler, en fazla orta teknoloji seviyesindeki ürünler olduklarından, hem katma değer ve hem de karlılık açılarından düşüktürler. Esasen mevcut teknolojik ürünlerin de çoğu montaj ve sonrası satış ile doğrudan ilişkili olduklarından, elde edilen katma değerlerin de çoğu, (asıl) yabancı patent (yada antlaşma) sahiplerine gitmektedir.

Son bir bilgi olarak, Türk Döküm Sektörü çok dinamik ve ciddi ihracatlar yapar durumdadır. Buradaki asıl gerçek, Avrupa’nın çevre mevzuatlarının zorluğudur. Bu yüzden neredeyse tüm döküm ve sonrası işleme türü işleri, bizim gibi ülkelere ve hatta 3.dünya ülkelerine paylaştırmaktadırlar. Buna günümüzdeki yumuşak anlatımı ve adıyla “stratejik ortaklara siparişleri kaydırmak” da denmektedir. Katma değeri düşük, gelişmeye uygun olmayan yapısı ile bu ve buna benzer tüm ürünlerin ve sektörlerinin gelişme potansiyeli sıfıra yakındır. Çünkü BATI, güçlü Ar-Ge’si sayesinde döküm malzemelerin yerine süper kompozitler, süper malzemeler ve akıllı üretim sistemleri geliştirerek, geri kalmış ülkeleri 3 kez gafil avlamaktadır. Yeni ürünün piyasaya çıkması ile eski teknoloji demode olmakta (1.olumsuzluk), yeni teknolojiyi yüksek ücretlerle transfer etmekte (2.olumsuzluk) ve ülkelerin çevre problemlerini ise çözmemektedir (3.olumsuzluk). Benzer oyunlar, tekstil makinalarının modernizasyonlarında yaşanmakta ve özellikle ülkemiz ve tekstil işletmeleri büyük zararlar görmektedir.

Yıllardır yaşanan bu gerçeklere rağmen, siyasetçilerin, üst-bürokratların ve uzman bilim-insanlarımızın (özellikle gözde mühendislik fakültelerinin) bu duruma seyirci kalmaları ise anlaşılır gibi değildir!

(NOT: 12/3. bölümün sonu…)