Hüseyin ALPASLAN'ın 12 Haziran 2025 tarihli yazısı: Savaşın Gölgesinde Göç ve Mezalim
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi), 1912-1913 Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti için sadece toprak kayıpları anlamına gelmemiş, aynı zamanda Balkanlar, Kafkasya, Irak ve Suriye gibi geniş coğrafyalardan Anadolu'ya yoğun Müslüman göçlerine de neden olmuştur. Sadece 1912-1920 yılları arasında Balkanlardan gelen Müslüman mülteci sayısı 413.922'ye ulaşarak Anadolu nüfusu içinde önemli bir yer edinmiştir [1].
I. Dünya Savaşı'nın yarattığı derin insani kriz, sadece tehcir edilen Ermeni ve Rum nüfusu değil, aynı zamanda Anadolu'ya doğru büyük bir Müslüman muhacir akınını da tetiklemiştir. Savaşın getirdiği yıkım, sınır değişiklikleri ve çatışmalar nedeniyle, özellikle Balkanlar ve Kafkasya gibi bölgelerden yüz binlerce Müslüman, doğup büyüdükleri toprakları terk etmek zorunda kalmış ve canlarını kurtararak Anadolu'ya sığınmıştır. Bu zorunlu göç, Anadolu'nun demografik yapısında önemli değişikliklere yol açmıştır.
Savaşın devam ettiği yıllarda, Osmanlı hükûmeti, tehcir edilen Ermeni ve Rumların geride bıraktığı boş arazi, ev ve diğer mülkleri, Anadolu'ya sığınan bu zor durumdaki Müslüman muhacirlerin geçici olarak iskânı için kullanma yoluna gitmiştir. Bu politika, o anki acil insani krize bir çözüm üretme çabası olarak görülebilir. Ancak, savaşın sona ermesi ve Mütareke döneminin başlamasıyla birlikte, tehcir edilenlerin geri dönüş beklentisi ortaya çıkmış ve bu durum karmaşık bir sosyal sorunu beraberinde getirmiştir.
Müttefiklerin baskısıyla geri dönen Ermeni ve Rumların eski mülklerine iadesi gündeme gelince, bu mülklere yerleştirilmiş olan Müslüman muhacirlerin tahliyesi söz konusu olmuştur. Ancak bu durum, büyük bir adaletsizlik ve mağduriyet yaratmıştır. Zira, bu insanlar geldikleri topraklarda her şeylerini kaybetmiş, çoğu zaman sadece canlarını kurtarabilmişlerdi. Anadolu'ya sığındıklarında ne bir mülkleri vardı ne de yeni bir mülk edinebilecek ekonomik güçleri. Şimdi ise, geçici bir süre için kendilerine barınak olan bu yerlerden de çıkarılmakla karşı karşıya kalmışlardı. Bu durum, zaten savaşın travmasını yaşamış olan bu insanlar için yeni bir umutsuzluk ve çaresizlik kaynağı olmuştur. Barınacak yerleri olmayan, geçim kaynakları tükenmiş binlerce Müslüman muhacir, büyük bir sosyal ve ekonomik çıkmazın içine sürüklenmiştir. Bu nedenle, mütareke sonrası dönemde yaşanan bu mülkiyet sorunu, Anadolu'nun karşı karşıya kaldığı en önemli sosyal sorunlardan biri haline gelmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun 3 Mart 1918 tarihinde Bolşevik Rusya ile imzaladığı Brest-Litovsk Antlaşması, Kars, Ardahan ve Batum gibi stratejik öneme sahip bölgelerin yeniden Osmanlı yönetimine geçmesini sağlamıştır. Bu gelişme, Osmanlı coğrafyasında önemli demografik ve siyasi sonuçlar doğurmuştur. Özellikle bu bölgelerdeki Ermeni nüfusunun potansiyel artışı, Osmanlı hükümeti nezdinde endişelere yol açmıştır.
Ayrıca, dönemin jeopolitik atmosferinde bazı yabancı devletlerin Osmanlı topraklarında bir Ermeni devleti kurma yönündeki emelleri de Osmanlı hükümetini kaygılandırmıştır. Bu bağlamda, gelecekte bu bölgelerde yapılabilecek olası bir halk oylaması (plebisit) senaryosunda, Müslüman nüfusun çoğunluğunun korunması ve bu tür siyasi projelerin hayata geçirilmesinin önüne geçilmesi amacıyla çeşitli tedbirler düşünülmüştür.
Bu stratejik düşünceler çerçevesinde, tehcir uygulaması nedeniyle doğu vilayetlerinde ortaya çıkan nüfus boşluğunu doldurmak ve bölgenin demografik yapısını Osmanlı lehine güçlendirmek amacıyla, Kafkasya'dan gelen Müslüman mültecilerin bu bölgelere iskânı önemli bir politika olarak benimsenmiştir. Amaç, hem zor durumda olan bu insanlara yeni bir yurt sağlamak hem de gelecekteki olası siyasi gelişmelere karşı bir önlem almaktır. Bu politika, bir yandan insani bir yaklaşım sergileme çabası olarak değerlendirilebilirken, diğer yandan da siyasi ve stratejik kaygıları yansıtmaktadır.
Özellikle doğu vilayetlerinde savaşın yarattığı otorite boşluğu, etnik ve dini gerilimlerin yükselmesiyle birleşince, Müslüman yerleşim yerleri de Ermeni çetelerinin saldırılarına maruz kalmış ve bu saldırılarda pek çok sivil Müslüman hayatını kaybetmiştir. Köyler basılmış, insanlar acımasızca katledilmiş ve hayatta kalmayı başaranlar ise doğdukları toprakları terk etmek zorunda kalarak göçmen durumuna düşmüşlerdir. Bu durum, bölgedeki Müslüman nüfus için büyük bir travma ve kalıcı yaralar bırakmıştır. 1912’den Türk Kurtuluş Savaşı'nın zaferle sonuçlandığı 1922' ye kadar geçen on yıllık süreçte, Ruslar ve Ermeniler tarafından doğu vilayetlerinde öldürülen Müslümanların sayısı 1.189.132 kişidir[2]. McCarthy, "Ölüm ve Sürgün" adlı eserinde bu kaybın vilayetlere göre dağılımını da detaylı bir şekilde sunmaktadır [3]. Bu istatistikler, bölgedeki Müslüman nüfusun ne denli büyük bir yıkın yaşadığını açıkça ortaya koymaktadır.
I. Dünya Savaşı'nın sadece Ermeni nüfus için değil, aynı zamanda bölgedeki Müslüman nüfus için de muazzam kayıplara ve acılara yol açtığı tarihi bir gerçektir. Savaşın dehşetli koşulları altında, Müslüman halk da büyük zulümlere maruz kalmış, yerlerinden edilmiş ve sayısız can kaybı yaşamıştır. Bu acı dolu dönemde yaşananlar, etnik ve dini kimlikten bağımsız olarak tüm bölge halkları için derin travmalar yaratmıştır.
Ermeni meselesini anlamaya çalışırken, bu dönemin karmaşık ve çok katmanlı yapısını göz ardı etmemek kritik bir öneme sahiptir. Büyük güçlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki siyasi ve ekonomik çıkarları, bölgedeki etnik ve dini gruplar arasındaki ilişkileri derinden etkilemiştir. Milliyetçilik akımlarının yükselişi, imparatorluğun zayıflaması ve savaşın yarattığı kaos ortamı, farklı topluluklar arasında güvensizlik ve çatışmaları tetikleyen önemli faktörler olmuştur.
Dolayısıyla, tarihi olayları yalnızca tek bir tarafın perspektifinden değerlendirmek, o dönemin karmaşık gerçekliğini tam olarak yansıtmayacaktır. Yaşanan acıları ve kayıpları bütün boyutlarıyla anlayabilmek için, farklı kaynaklardan elde edilen bilgileri titizlikle incelemek, farklı bakış açılarını anlamaya çalışmak ve empati kurmak gerekmektedir. Tarihi olaylara çok yönlü bir yaklaşımla bakmak, geçmişte yaşananların daha kapsamlı ve adil bir şekilde anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. Bu yaklaşım, gelecekte benzer acıların yaşanmaması adına önemli dersler çıkarmamıza da yardımcı olabilir.
Dipnotlar:
[1] Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, çev. Fatma Sarıkaya, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2018, s. 181, Tablo-10.
[2] Ömer Lütfi Taşçıoğlu, “Birinci Dünya Harbindeki Türk ve Ermeni Kayıpları”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,Cilt: 19 Sayı: 2 (1-28), Aralık 2017, s. 15.
[3] McCarthy, age., s. 265, Tablo 21.