Hüseyin Alpaslan'ın 19 Aralık 2025 tarihli yazısı: Taşların Fısıltısı: Yeni Kitabım Üzerine
Uzun yıllardır tarih araştırmalarıyla iç içe yaşayan biri olarak, modern insanın kökleriyle kurduğu ilişkinin giderek zayıfladığını gözlemliyorum.
Metropolün hızına, gürültüsüne ve yüzeyselliğine sıkışan birey, çoğu zaman geçmişini değil, kendisini de unutuyor. “Taşların Fısıltısı”, tam da bu kopuş hâlinden doğan bir roman.
Hikâyenin merkezinde, İstanbul’da prestijli bir işi ve konforlu bir yaşamı olan Baybars yer alıyor.
Dışarıdan bakıldığında her şeye sahip gibi görünen bu genç adam, iç dünyasında derin bir huzursuzluk ve anlamsızlık duygusuyla mücadele ediyor.
Bir sabah eline geçen gizemli bir mektup ve ardından gördüğü sembollerle yüklü rüyalar, Baybars için sıradan bir merak değil; hayatının yönünü değiştiren bir çağrıya dönüşüyor.
Bu romanı kaleme alırken, yalnızca bir kurmaca evren inşa etmeyi değil; yıllar boyunca yürüttüğüm tarih çalışmalarında karşılaştığım kadim objeler, semboller ve unutulmuş anlatılarla modern insan arasında bir köprü kurmayı amaçladım.
Anadolu’nun ormanlarında, kıyılarında ve eski yerleşim alanlarında karşılaştığımız izler ile Roma’nın tarih katmanları, romanda bilinçli olarak iç içe geçirildi.
Çünkü zaman, çoğu kez düşündüğümüz gibi doğrusal değil; kendi içine kıvrılan bir daire gibidir.
Baybars’ın yolculuğu, yalnızca fiziksel bir arayış değildir. Babasının kayboluşu, ailesinin karanlıkta kalmış geçmişi ve istemeden dâhil olduğu bir cinayet olayı, onu kendi karanlığıyla yüzleşmeye zorlar.
Bu noktada hikâyeye Zeynep dâhil olur. Sezgileri güçlü, kadim bilgiye yakın duran bu genç kadın, bir defter aracılığıyla Altın Çember, gizlenmiş mühürler ve kehanetlerle örülü başka bir kapıyı aralar.
Lina isimli bir tarihçinin aktardığı bilgiler ise bu iki karakteri görünmeyen bir bağla birbirine bağlar.
“Taşların Fısıltısı”, tarihsel arka planı olan, sembollerle konuşan ve bilinçaltını merkeze alan bir roman. Rüyalar, mekânlar ve objeler, anlatının süsü değil; asli taşıyıcılarıdır.
Çünkü bazı sırlar taşlara, bazıları mekânlara, bazıları ise insanın kalbine siner. Roman boyunca okurun karşısına çıkan temel soru da budur: Gerçek, gördüğümüz yerde mi yoksa duyduğumuz fısıltılarda mı saklıdır?
Bu romanla okura hazır cevaplar sunmak yerine, onu kendi iç yolculuğuna davet etmeyi tercih ettim. “Taşların Fısıltısı”, bir gizem ve macera romanı olduğu kadar, insanın kim olduğunu hatırlama, geçmişiyle yüzleşme ve dönüşüm hikâyesidir.
Bazı sırlar anlatılmaz; ama kalbiniz duyuyorsa, çoktan çağrılmışsınızdır.