Hüseyin ALPASLAN'ın 18 Haziran 2025 tarihli yazısı: İran-İsrail Çatışması: Geçmişten Bugüne Bir Hesaplaşma
Uluslararası kamuoyunun dikkatini çeken savaşlar genellikle tankların gürültüsü, patlayan bombalar ve sivillerin çaresiz görüntüleriyle hafızalara kazınır. Ancak bazı savaşlar vardır ki görünmezdir, sessizce yürütülür ama etkileri son derece yıkıcıdır. İran ile İsrail arasındaki mücadele, uzun yıllar boyunca böyle bir gölge savaşı olarak sürdü. Fakat Haziran 2025'te yaşanan gelişmeler, bu çatışmanın artık sessizlikten sıyrılıp doğrudan sıcak bir savaşa dönüştüğünü gözler önüne serdi. Bu dönüşüm, yalnızca bölgesel bir gerginliğin ötesine geçerek küresel güçlerin de aktif rol aldığı karmaşık bir jeopolitik satranç tahtasına evrildi.
İsrail’in Orta Doğu’daki uzun vadeli stratejik hedefleri doğrultusunda İran’ı hedef almasının temelinde hem güvenlik temelli kaygılar hem de güç dengelerini lehine çevirme arzusu yer almaktadır. Bu çerçevede İran, İsrail için yalnızca mevcut bir tehdit değil, aynı zamanda gelecekteki bölgesel egemenlik planları açısından da ciddi bir engel olarak konumlandırılmaktadır.
İran İslam Devrimi'nin ardından Tahran yönetimi, İsrail'i yalnızca siyasi bir rakip değil, aynı zamanda ideolojik bir tehdit olarak görmeye başlamıştır. Ayetullah Humeyni döneminden itibaren şekillenen bu düşmanlık, İran’ın dış politikasının temel taşlarından biri haline gelmiştir. Doğrudan çatışmadan kaçınan İran, bunun yerine bölgedeki vekil güçler aracılığıyla İsrail’e karşı dolaylı bir savaş yürütmeyi tercih etmiştir. Hizbullah, Hamas ve Yemen'deki Husiler gibi aktörler üzerinden sürdürülen bu mücadele; istihbarat operasyonları, siber saldırılar ve hedefli suikastlarla derinleşmiş; "direniş ekseni" olarak adlandırılan yapının temelini oluşturmuştur.
Bu sessiz savaşın karşı cephesinde ise İsrail, İran’ın bölgedeki etkisini sınırlamak amacıyla oldukça agresif ve yıkıcı politikalar izlemiştir. Özellikle Suriye'deki İran destekli milis güçlere yönelik hava saldırıları, İsrail’in bu alandaki başlıca askeri reflekslerinden biri haline gelmiştir.
Bu operasyonlar; İran’ın Lübnan’daki Hizbullah’a silah transferini engellemeyi ve Suriye’de kalıcı bir askeri varlık oluşturmasını önlemeyi amaçlamaktadır. Bu gölge savaşın en çarpıcı örneklerinden biri, 2020 yılında İran'ın nükleer programının mimarlarından Muhsin Fahrizade'nin suikasta uğraması oldu. Bu olay, İran'ın en hassas askeri ve bilimsel alanlarının bile İsrail istihbaratının hedefinde olduğunu gösterdi. Ardından gelen siber saldırılar, İran’ın nükleer altyapısına zarar verdi.
Stuxnet virüsüyle başlayan dijital sabotajlar, savaşın artık ekranlar üzerinden yürütülebileceğini, fiziksel bir çatışmaya girmeden de stratejik hedeflere ulaşılabileceğini kanıtladı. İsrail, İran'ın nükleer kapasitesini bir varoluşsal tehdit olarak gördüğü için, bu tür gizli operasyonları nükleer programı geciktirmek ve engellemek amacıyla aralıksız sürdürdü.
Modern savaşın doğası 21. yüzyılda önemli ölçüde değişti. Konvansiyonel askeri operasyonların yanı sıra, siber uzay yeni ve kritik bir savaş alanı haline geldi. İran ise İsrail'in siber saldırılarına yanıt olarak kendi kapasitesini geliştirdi ve misilleme saldırıları gerçekleştirdi. Su şebekeleri, ulaşım sistemleri ve kamu veri tabanları gibi İsrail'in kritik altyapıları hedef alındı. Bu siber çatışmalar, iki ülke arasındaki mücadelenin sadece sahada değil, kod satırlarında da acımasızca sürdüğünü gösterdi. Siber saldırılar, genellikle kimliği belirsiz aktörler tarafından gerçekleştirildiği için gerilimi tırmandırmadan doğrudan bir misilleme yapma imkânı sunuyordu. Ancak bu durum, kontrolsüz bir siber tırmanma riskini de beraberinde getiriyordu.
Bu gelişmelerin ışığında İsrail, 13 Haziran 2025’te “Operation Rising Lion” yani “Yükselen Aslan Operasyonu” adı verilen büyük ölçekli bir askeri operasyon başlattı. İran’ın komuta merkezleri, nükleer tesisleri ve iletişim altyapısı hedef alındı. Bu operasyon, yıllardır sürdürülen gölge savaşın bir nevi açık deklarasyonu niteliğindeydi.
İsrail, İran'ın artan bölgesel etkisine ve nükleer kapasitesine karşı daha agresif bir duruş sergileme kararı almıştı. Ertesi gün İran, yüzlerce drone ve balistik füzeyle misilleme yaptı. Başta Tel Aviv olmak üzere birçok İsrail kenti hedef alındı, can kayıpları yaşandı. Bu, İran'ın İsrail'e yönelik doğrudan bir askeri yanıtıydı ve bölgesel dengeleri temelden sarsma potansiyeli taşıyordu.
17 Haziran sabahı ise savaş yeni bir eşiği daha aştı. İsrail’in, İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun üst düzey komutanlarından General Ali Shadmani’yi Tahran’da düzenlediği bir saldırıyla öldürmesi, doğrudan rejim elitlerini hedef alan yeni bir aşamanın başladığını gösterdi. Bu suikast, İran'ın lider kadrosuna yönelik daha önce görülmemiş bir cüretti ve çatışmayı kişisel bir intikam boyutuna taşıdı. İran bu saldırıya 400'den fazla füze ve drone ile yanıt verdi. Bu misillemelerin şiddeti, bölgesel bir yangının kaçınılmaz hale geldiğinin bir işaretiydi.
Bu noktada küresel güçlerin rolü belirginleşmeye başladı. ABD Başkanı Donald Trump, İran’ın “koşulsuz teslim olması gerektiğini” açıkladı ve bölge halklarına başkent Tahran’ı terk etmeleri çağrısında bulundu. Bu açıklama, krizin yalnızca iki ülke arasında değil, küresel ölçekte tırmanabileceğinin ve ABD'nin İsrail'in yanında tam destekle duracağının net bir göstergesiydi. ABD uzun süredir İsrail’in güvenliğini ulusal çıkar meselesi olarak tanımlamış ve hem teknolojik hem diplomatik olarak İsrail’i desteklemiştir. İsrail'e yönelik askeri yardımlar, istihbarat paylaşımı ve uluslararası platformlarda diplomatik koruma, ABD'nin bu taahhüdünün somut göstergeleriydi.
Öte yandan İran, Batı karşısında yalnız kalmamak adına Rusya ve Çin ile savunma ve enerji alanlarında stratejik iş birlikleri kurmuştur. Rusya, Ortadoğu'daki varlığını güçlendirmek ve ABD'nin tek kutuplu dünya düzenine meydan okumak amacıyla İran ile yakınlaşırken, Çin ise enerji güvenliği ve "Kuşak ve Yol" girişimi kapsamında bölgedeki ekonomik nüfuzunu artırmayı hedeflemektedir.
İran'a yönelik uluslararası yaptırımlara rağmen bu ülkelerle kurulan ittifaklar, Tahran'ın stratejik derinliğini artırmış ve Batı'nın baskılarını bir nebze hafifletmiştir. Bu nedenle İran-İsrail savaşı artık sadece bölgesel değil, küresel dengeleri de tehdit eden, büyük güçler arası bir vekalet savaşına dönüşme potansiyeli taşıyan bir krize evrilmiştir.
Gelinen noktada, çatışmanın yalnızca askeri yollarla çözülemeyeceği açıkça görülmektedir. Suikastlar, hava saldırıları, siber hamleler ve vekil savaşlar kısa vadede sonuç getiriyor gibi görünse de bu yöntemler kalıcı bir barış üretmekten uzaktır. Aksine, bu tarz çatışma biçimleri yeni düşmanlıkları ve daha geniş müdahaleleri tetikleyebilir. Ortadoğu gibi tarihsel gerilimlerle dolu, dini ve etnik fay hatlarının iç içe geçtiği bir coğrafyada her adım, uluslararası hukuk ve diplomatik incelikle atılmalıdır.
Aksi halde, başlangıçta sınırlı gibi görünen bir çatışma, diğer aktörlerin de müdahil olmasıyla bölgesel değil, küresel bir yangına dönüşebilir. Diplomatik yolların ve uluslararası arabuluculuğun önemi bu noktada kritik hale gelmektedir. Birleşmiş Milletler, Arap Birliği, Avrupa Birliği gibi uluslararası kuruluşlar ile bölgesel aktörlerin (Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan gibi) devreye girmesi, tırmanışı durdurmak ve kalıcı bir çözüm için zemin hazırlamak adına elzemdir.
Sonuç olarak, İran ile İsrail arasında başlayan ve artık kontrolsüz biçimde büyüyen bu savaş, çağımızın en karmaşık krizlerinden biridir. Modern savaş sadece cephede değil, bilgisayar ekranlarında, diplomatik koridorlarda ve sosyal medya ağlarında da yürütülmektedir. Ancak tüm bu yeni savaş biçimleri içinde bile, en kalıcı güç hâlâ barışı kurabilme kapasitesidir. Bu kapasite kaybedilirse, Ortadoğu yalnızca coğrafi değil, insani bir çöküşün de merkezine dönüşebilir.
Uluslararası toplumun bu krize karşı göstereceği tepki ve arayacağı çözümler hem bölgenin hem de küresel güvenliğin geleceğini derinden etkileyecektir. Bu savaş, sadece bölgesel güç dengelerini değil, aynı zamanda küresel jeopolitiğin yeniden şekillenmesini de tetikleyebilir.