Hüseyin ALPASLAN'ın 28 Ekim 2025 tarihli yazısı: 29 Ekim 1923: Ankara'dan Doğan Güneş

Bir milleti tarif eden şey bazen bir tarih, bazen bir ses, bazen de bir yürek atışıdır. Bizim milletimiz için o tarih 29 Ekim 1923’tür; o ses “Yaşasın Cumhuriyet!” nidalarıdır; o yürek atışı ise Mustafa Kemal Paşa’nın “Efendiler, yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz!” sözüyle başlamıştır. Anadolu’nun yorgun ama vakur insanları o gün yalnızca bir yönetim biçimini değil, kendi kaderlerini de ellerine almışlardır. Bu topraklar artık bir sultanın değil, bir milletin, bir halkın, her bir Türk’ün vatanıydı.

Yıl 1923… Ardında harap olmuş şehirler, yıkılmış ocaklar, yorgun ama umutlu bir millet… Savaş bitmiş, zafer kazanılmıştı. Dumlupınar’da Yunan ordusunun bozguna uğratıldığı o zafer, yalnızca bir askerî başarı değil, bir milletin bağımsız yaşama iradesinin mühürlenmesiydi. Fakat Atatürk, büyük bir bilgelikle biliyordu ki, zafer yalnızca bir son değil, aynı zamanda bir başlangıçtı. Gerçek kurtuluş, artık kılıçla değil, kalemle, fikirle, iradeyle olacaktı. Osmanlı’nın yüzyıllardır süren saltanatı çökmüş, ama yerine neyin konulacağı henüz tam şekillenmemişti. Halk, yıllarca tebaa olmanın alışkanlığıyla suskun; ama içten içe bir ışığın yanmasını bekliyordu.

Mustafa Kemal, o ışığın adını çoktan koymuştu: Cumhuriyet. Fakat o, her devriminde olduğu gibi zamanı geldiğinde adım atmayı bilen bir liderdi. 1922’de saltanat kaldırılmış, Lozan görüşmeleriyle barışın temelleri atılmıştı. Ancak mecliste hâlâ eski düzenin özlemini taşıyanlar, hilafeti yeniden güçlendirmeye çalışanlar, Atatürk’ün ilerici fikirlerinden rahatsız olanlar vardı. Bu karanlık zihinlerle dolu ortamda Cumhuriyet’i ilan etmek, yalnızca bir yönetim değişikliği değil, köklü bir zihniyet devrimiydi.

Ankara’da, Ekim sonlarının serinliğinde bir akşam… 28 Ekim 1923. Mecliste günlerdir hükûmet kurulamıyor, vekiller birbirine düşüyor, ülke bir yönetim kriziyle sarsılıyordu. Mustafa Kemal, bu krizin aslında Cumhuriyet’e giden yolu açacak bir fırsat olduğunu biliyordu. O akşam Çankaya Köşkü’nde yakın arkadaşlarıyla bir masanın etrafında otururken tarihin akışını değiştiren o cümleyi kurdu: “Efendiler, yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz.” Bu sözü söylediğinde ne bir tereddüt ne bir endişe vardı. Çünkü o, milletine güveniyordu. Bu milletin kaderine sahip çıkacağını, karanlığı yeneceğini biliyordu.

29 Ekim sabahı, Meclis binasında hummalı bir hareketlilik vardı. Hükûmet kurulamıyor, vekiller birbiriyle tartışıyor, bir çözüm bulunamıyordu. Mustafa Kemal kürsüye çıktı. Sesinde kararlılık, gözlerinde güven vardı. “Güçlüklerin kaynağı yöntem eksikliğidir. Milletin mukadderatını belirleyecek yeni bir yönetim biçimi gerekiyor” diyerek Anayasa değişikliğini sundu. Salon bir anda sessizliğe büründü. Ardından Abdurrahman Şeref Bey ayağa kalktı ve o unutulmaz cümleyi söyledi: “Egemenlik milletindir dedikten sonra, bu çocuğun adı Cumhuriyet’tir.”

Saatler 20.30’u gösterdiğinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi oybirliğiyle Cumhuriyet’i kabul etti. Saat 20.45’te Mustafa Kemal Paşa, alkışlar arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi. O anda Ankara semalarında 101 pare top atışı yankılandı. Anadolu’nun dört bir yanında, köylerde, kasabalarda, şehirlerde insanlar sevinçle sokaklara döküldüler. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar birbirine sarılıyor, “Yaşasın Cumhuriyet!” diye haykırıyordu. O gece Anadolu’nun her köşesinde aynı ateş yanıyordu: Özgürlüğün, eşitliğin ve yeni bir hayatın ateşi.

Mustafa Kemal, Meclis kürsüsüne çıkarak o tarihi konuşmasını yaptı. “Milletimiz artık kendinde bulunan yüksek niteliği, yönetimin yeni adıyla uygarlık dünyasına daha kolay gösterecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünyadaki yerine yaraşır olduğunu başaracağı işlerle kanıtlayacaktır” diyordu. O an salonda bulunan herkesin gözleri dolmuştu. Bu söz, yalnızca bir devletin kuruluş ilanı değil, bir milletin yeniden doğuşuydu.

Cumhuriyet’in ilanı, bir sabah ansızın doğan bir fikir değil, yıllarca süren bir mücadelenin, bir inancın meyvesiydi. Artık bu ülke, bir kişinin, bir hanedanın, bir tahtın değil; milletin, halkın, çocukların, kadınların, öğretmenlerin, askerlerin, çiftçilerin ülkesiydi. Her yurttaş eşitti. Her birey, geleceğini kendi emeğiyle kurma hakkına sahipti. Cumhuriyet, yalnızca bir yönetim biçimi değil, bir zihniyet, bir inanç, bir erdemdi.

O günden sonra her şey değişti. Kadınlar eğitim hakkına kavuştu, hukuk laikleşti, ekonomi modernleşti, bilim yol gösterici oldu. Artık kimse kulluk etmek zorunda değildi; çünkü herkes bu ülkenin eşit birer yurttaşıydı. Atatürk’ün “Cumhuriyet fazilettir” sözü, işte bu yüzden sadece bir tanım değil, bir yaşam biçimiydi. Cumhuriyet, faziletin, ahlakın, ilerlemenin, insan onurunun adıdır.

Yıllar geçti. Bugün, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına adım atarken hâlâ o günkü heyecanı yüreklerimizde hissediyoruz. Bayraklar dalgalandığında, marşlar söylendiğinde, çocukların gözlerinde parlayan umutta o günün ışığı vardır. Çünkü Cumhuriyet, yalnızca bir yönetim değil; yaşayan, nefes alan bir ruhtur.

Eğer bugün özgürce konuşabiliyorsak, düşüncelerimizi korkusuzca dile getirebiliyorsak, eşit yurttaşlar olarak aynı gökyüzüne bakabiliyorsak, bunu 29 Ekim 1923 gecesine borçluyuz. O gece mecliste atılan imza, yalnızca bir yasa değişikliği değil, bir milletin kalbine kazınan bir yemindi.

Cumhuriyet, Atatürk’ün bize en büyük armağanıdır. O armağan, her 29 Ekim sabahı yeniden filizlenir; çocukların ellerinde bayrak olur, annelerin dualarında umut olur, dedelerin gözlerinde gurur olur. O gece mecliste yankılanan “Yaşasın Cumhuriyet!” nidaları, bugün hâlâ kalbimizin en derin yerinde yankılanıyor. Ve biz her 29 Ekim sabahı aynı gururla, aynı coşkuyla o sesi yeniden duyuyoruz:

Ne mutlu Türk’üm diyene!