Hüseyin ALPASLAN'ın 15 Eylül 2025 tarihli yazısı: Kaderim İradem: Peynir ve Kurtlar

Carlo Ginzburg’un “Peynir ve Kurtlar” kitabını elime aldığımda, XVI. yüzyıl Avrupası’nda yaşayan sıradan bir değirmencinin evreni algılama biçiminin, kader ve irade arasındaki gerilimi nasıl güçlü bir biçimde yansıttığını fark ederek hayran kaldım.

Düşünün, bu mütevazı insan, günlük yaşamın en basit ayrıntılarını bile derin anlamlarla yorumluyor; düşüncenin ve vicdanın en derin katmanlarında kendi yolunu çiziyordu.

Kendi çağının sert kaderciliği ve kilisenin mutlak egemenliği altında, özgür düşüncenin ve insan eşitliğinin ilk parıltılarını taşıyordu.

Her sabah değirmenin taşlarını döndürürken, adeta bir meşale gibi hem kendi aklını hem de insanlığın vicdanını aydınlatıyordu.

Bu sessiz ama kudretli mücadele, tarihin tozlu sayfalarında çoğu zaman gözden kaçmış olabilir; ama satır aralarından süzülen cesareti ve bilgelik ışığı, bugün bile bizlere hayret verici bir güçle sesleniyor.

XVI. yüzyıl Avrupa’sında toplumsal ve dini hayat, neredeyse tüm yönleriyle kaderin ve ilahi otoritenin baskısı altında eziliyordu.

Böylesi bir atmosferde, sıradan bir değirmenci, Engizisyon Mahkemesi’nin karşısında özgür düşüncenin ve insanların eşitliği inancını, adeta bir meşale gibi yükselterek dile getiriyordu.

Kilise, bireylerin iradesini sınırlayan katı kurallarıyla toplumu şekillendirirken, bu mütevazı insanın gözlemleri hem Tanrı’ya hem de insanlara dair alternatif bir bakış açısı sunuyordu.

Mahkemede ortaya koyduğu duruş, salt kişisel cesaretin ötesinde, baskıcı bir otoriteye meydan okumanın simgesiydi.

Basit bir değirmencinin gündelik yaşamı, bu bağlamda felsefi bir meydan okumaya dönüşüyor; bireysel irade ile toplumsal ve ilahi düzen arasındaki çatışma alabildiğine görünür hâle geliyordu.

Değirmenci, farklı inanç metinlerini dikkatle karşılaştırırken, Kuran’ın Latinceye yapılmış çevirileri de dâhil olmak üzere çeşitli kutsal kitaplardan yararlanıyordu.

Bu kıyaslamalar, farklı dinlerde bile ortak insanî değerlerin ve adalet anlayışının varlığını gözler önüne seriyor; bireyin aklı ve vicdanıyla doğruluk ve adaleti keşfetme kudretine dair güçlü bir kanıt teşkil ediyordu.

Baskıcı düzenin karşısında söylenen her kelime, cesaretin ve aklın kudretini simgeliyordu.” Mahkeme salonunda yükselen sözleri, yalnızca bireysel bir direnişi değil, insanlığın özgürlük, eşitlik ve vicdan arayışının yankısını da temsil ediyordu.

Felsefi perspektiften bakıldığında, kader çoğunlukla insanın dışında, önceden belirlenmiş bir düzeni ifade ederken; irade, insanın bu düzenin sınırları içinde kendi yolunu çizme kudretidir.

Değirmencinin mahkemedeki duruşu, bu iki kavram arasındaki gerilimi adeta gözler önüne seriyordu. Bireyin seçimleri yalnızca kendi yaşamını değil, toplumun adalet anlayışını da biçimlendiriyordu. “Her birey, geçmişin izlerini taşırken, kendi özgür seçimleriyle dünyayı anlamlandırmaya çalışıyor.

Onun savunması, salt kişisel bir direniş olmanın ötesinde, toplumsal bir uyanışın da müjdecisiydi. Bugün modern Türkiye’de bile insanlar, tarihsel ve kültürel mirasın ışığında, kader ve irade arasındaki bu ince felsefi çizgiyi yeniden sorguluyor.

Yazmak, işte tam bu noktada, bireyin hem kendisiyle hem de dünyayla kurduğu en güçlü köprü hâline geliyor. Yazmak, yalnızca kelimeleri kâğıda dökmek değil; düşüncenin derinliklerinde yankılanan sesi görünür kılmak, vicdanın ışığını çoğaltmak ve insanın kendi iradesini tarihe bırakmak demektir.

Her cümle, bireyin iç dünyasının bir yankısı olduğu kadar, toplumsal belleğin de bir parçasıdır. Kelimelerle örülen bu ağ hem geçmişle hem de bugünle bağ kurar; unuttuğumuz cesareti hatırlatır, bastırılmış soruları görünür kılar ve özgürlüğün özünü okurun ruhuna taşır.

Geçmişin bilgeliğini bugünün cesaretiyle harmanlamak hem kendimizi hem de dünyayı yeniden biçimlendirmek için zaruri bir eylemdir.” Yazmak, bu bağlamda bir direniş, bir itiraz ve bir aydınlanma biçimidir.

Her kelime, insanın kendi kaderini ve iradesini yeniden yorumlamasına; her paragraf, toplumun vicdanını sorgulamasına aracılık eder. Yazmak, sadece ifade değil, aynı zamanda varoluşun, adaletin ve özgürlüğün eylemsel kanıtıdır.

Peynir ve Kurtlar, yalnızca hayal kurmayı değil; düşünmeyi, sorgulamayı ve insan olmanın en temel gerilimlerini idrak etmeyi öğretiyor.

Kaderin ağırlığını iliklerinde hissetmek ve buna rağmen iradeyi savunabilmek, gerçek özgürlüğün özüdür. Her seçim, bireysel yaşamı ve toplumsal düzeni dönüştürme kudretini içinde taşır.

Yazmak ise bu sürecin en görünür tanığı olmak hem içsel dünyamızla hem de toplumsal hayatla kurulan köprüyü görünür kılmaktır.

Kelimelerle inşa edilen bu köprü, insanın hem geçmişle hem de bugünle olan diyalogunu açığa çıkarır ve özgürlüğün yüceliğini, ruhun derinliklerinde yankılanacak bir biçimde hatırlatır.