Hüseyin ALPASLAN'ın 21 Haziran 2025 tarihli yazısı: Vaat Edilmiş Topraklar: Ortadoğu’nun Haritası İnançla Çizilir mi?

Ortadoğu, tarih boyunca yalnızca toprak, enerji ve güç mücadelelerinin değil, aynı zamanda kutsal anlatıların ve ilahi vaatlerin de savaş alanı olmuştur. Bu bölge, modern diplomasi kadar mitolojik hafızanın da etkisi altındadır. İsrail’in özellikle Filistin başta olmak üzere bölgeye yönelik politikalarında “vaat edilmiş topraklar” kavramı, yalnızca tarihsel bir referans değil, bugünü biçimlendiren aktif bir söylem haline gelmiştir.

Yahudi inancına göre Tanrı, Hz. İbrahim'e Kenan diyarını, yani bugünkü İsrail, Batı Şeria, Gazze, Ürdün'ün batısı ve hatta Mısır'ın bazı kısımlarına kadar uzanan geniş bir coğrafyayı vaat etmiştir. Bu dini metinlerde geçen vaat, binlerce yıl boyunca Yahudi halkı için bir inanç kaynağı, bir umut ve aynı zamanda diasporada bir milli hedef olarak varlığını sürdürmüştür. Ancak 20. yüzyılın ortalarında İsrail Devleti’nin kurulmasıyla birlikte bu dini tahayyül, somut bir siyasi hedef haline gelmiştir.

1948’de İsrail’in kurulması, Batı’da “bir halkın kendi topraklarına dönüşü” olarak görülürken, Arap dünyasında bir işgalin başlangıcı olarak değerlendirilmiştir. Bu fark, yalnızca siyasal değil; ideolojik ve teolojik bir kırılmadır. Çünkü İsrail’in bazı siyasi fraksiyonları için devletin varlığı, bir demokrasi inşasının ötesinde, Tanrısal bir görevin yerine getirilmesidir. Bu düşünceye göre İsrail Devleti, ilahi bir planın parçasıdır ve genişlemesi de bu planın gereğidir.

Bu anlayış, özellikle Filistin topraklarındaki yerleşim politikalarında açıkça gözlemlenmektedir. Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimleri, uluslararası hukuka göre yasa dışı kabul edilse de birçok İsrailli sağcı politikacı ve dini grup tarafından “ilahi bir hak” olarak savunulmaktadır. Yerleşim faaliyetleri, bu gruplar için yalnızca bir güvenlik stratejisi değil, kutsal toprakların geri alınma sürecidir. Bu nedenle de bu yerleşimler, müzakereyle geri verilecek bölgeler değil; Tanrı’nın milletine emanet ettiği yeryüzü parçaları olarak görülmektedir.

İsrail iç siyasetinde de bu dini temelli bakış açısı, laik-liberal görüşlerle sürekli bir çatışma içerisindedir. Kimileri İsrail’i çağdaş, demokratik, hukuk devleti olarak tanımlamak isterken; bazı dini gruplar, Tevrat hükümlerine dayalı bir “kutsal devlet” modelini savunmaktadır. Bu çatışma, sadece seçim dönemlerinde değil, eğitim, hukuk, güvenlik ve dış politika gibi temel devlet işleyişi alanlarında da kendini göstermektedir.

Bu dinî motivasyonlar sadece iç politikada değil, dış politikada da önemli rol oynamaktadır. Kudüs'ün İsrail tarafından “bölünemez başkent” ilan edilmesi, ABD'nin bu kararı resmen tanıması, Mescid-i Aksa çevresinde yaşanan gerilimler ve Tapınak Tepesi üzerindeki hak iddiaları, bu politikaların teolojik referanslarla yürütüldüğünü göstermektedir. Özellikle Kudüs meselesi hem Yahudilik hem de İslam için kutsal olması nedeniyle, bu şehirdeki her siyasal adım, derin dinî ve sembolik anlamlar taşımaktadır.

İsrail’in İran’a yönelik sert tutumu da bu dini-politik perspektifin bir yansımasıdır. İran, İsrail’i “Siyonist rejim” olarak tanımlamakta ve meşruiyetini reddetmektedir. İran'ın desteklediği Hizbullah ve Hamas gibi örgütler de benzer şekilde İsrail'e karşı ideolojik bir mücadele yürütmektedir. İsrail ise bu tehdide yalnızca askeri değil, istihbarat ve siber saldırılarla da karşılık vermekte; bu mücadele, zaman zaman doğrudan çatışmalara dönüşmektedir. Bu karşılıklı mücadele, aslında “kutsal toprak” anlatısı ile “devrimci İslam” söyleminin çatışmasıdır.

Ancak bu kutsal metinlerin, politikaya yön vermesi beraberinde ciddi tehlikeler de getirmektedir. Bir devletin sınırlarını, uluslararası hukuk ya da diplomasi yerine ilahi metinlerle çizmesi, yalnızca komşularıyla değil, küresel sistemle de çelişen bir yapı ortaya çıkarır. Zira modern uluslararası sistem; laikliğe, egemenliğe ve müzakereye dayalı bir anlayışı benimsemektedir. Bu bağlamda kutsal kitaplara dayalı sınır anlayışı, bölgesel barışı tehdit eden bir unsur haline gelmektedir.

Üstelik bu anlayış, toplum içi kutuplaşmayı da artırmaktadır. Laik, seküler Yahudiler ile dindar, milliyetçi kesimler arasında kimlik temelli ayrışmalar derinleşmektedir. Devletin dini yorumlarla şekillendirilmesi, toplumsal barışı zedelediği gibi, azınlıklar açısından da baskı ortamı yaratabilmektedir. Filistinliler için ise bu durum, yaşam alanlarının sürekli daralması, haklarının görmezden gelinmesi ve zamanla uluslararası sistemde yalnızlaştırılmaları anlamına gelmektedir.

Peki, dini vaatlerle şekillenen bir siyaset sürdürülebilir mi? Teorik olarak, inanç bireylerin yaşamında moral ve yön belirleyici olabilir. Ancak devlet mekanizması, sadece kutsal metinlerle değil; hukuk, demokrasi ve diplomasiyle işlemelidir. Aksi halde siyasal kararlar, kutsal metinlerle meşrulaştırıldığında, her muhalif görüş “inançsızlık” ya da “hıyanet” olarak damgalanabilir. Bu durum ise çatışmayı kaçınılmaz hale getirir.

Sonuç olarak: İsrail’in kutsal metinlere dayalı siyaset anlayışı, yalnızca bölgesel istikrarsızlığı derinleştirmekle kalmamakta; aynı zamanda modern devlet anlayışına da meydan okumaktadır. Dinin kamusal alandaki varlığı elbette tartışılabilir; ancak kutsallık ile siyasal gücün birleştiği noktada, çatışmaların dinamikleri değişmekte ve barış ihtimalleri zayıflamaktadır. Ortadoğu’nun ihtiyacı olan şey; ilahi vaatlerin değil, insan haklarının, adaletin ve uzlaşının yön verdiği bir siyasal mimaridir.